29 Ağustos 2012 Çarşamba

İSLAM TOPLUMUNUN EKONOMİK STRÜKTÜRÜ

Sezai Karakoç
İslam'ın sosyalizm ve kapitalizme göre konumlandırılmaya çalışıldığı bu günlerde herhalde okunması gereken en önemli eser Sezai Karakoç üstadın "İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü" adlı eseridir. Üstadın bu eseri çok hacimli olmamasına rağmen meseleyi 'efradını cami ağyarını mani' bir şekilde anlatmaktadır.

Son iki yüz yılda her alanda olduğu gibi Batı düşüncelerini temel alan Türkiye'deki bazı düşünür ve yazarlar iktisat ilmi alanında da İslam'ı bu düşüncelere entegre etmeye çalışmışlar, adeta bir meşruluk temeli arar gibi hareket etmişlerdir. Bunun sonucu olarak İslam'ın öngördüğü bazı iktisadi esasları delil göstererek bazıları İslam ile kapitalizmi, bazıları da İslam ile sosyalizmi birbirine yaklaştırma gayretine düşmüştür. Halbuki bu gayret beyhudedir; zira İslam sui generis bir iktisadi model önerir.

Üstat şöyle diyor: "Sistemler arasında bir takım benzerlikler bulunması birbirlerine irca için yeterli sebep olamaz." İslamın önerdiği iktisadi model bir yönüyle(serbest pazar) kapitalist modele benziyor olabilir; ancak faiz yasağı, zekat kurumu, ahiret inancı bu modelin kapitalistik bir modele dönüşmesini engelliyor. İslam sosyal dengeyi sağlayıcı araçları önermekle sosyalizme yaklaşmış gibi görünüyor; ancak ticareti ve özel mülkiyeti helal kılmakla sosyalist bir modelin önünü kapatıyor.

Kitap altmış sayfadır. Diriliş yayınlarından çıkmaktadır.

Bol tefekkürlü okumalar.

27 Ocak 2012 Cuma

ASRA ANDOLSUN

"Asra andolsun! İnsan hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna."  -Asr Sûresi-

Allah, Kur'an-ı Kerim'de zamana çokça vurgu yapmıştır. Şüphesiz ki bu vurgulardan en kuvvetli olanı "Asra andolsun!"dur. İşte Kur'an'ın bu mesajı, İslam düşünce geleneğini zaman ile yoğurmuştur. Akıp giden zaman içinde yaratılışa uygun yaşamak, üretmek, tüketmek, uyumak, gezmek vs.
"Batı'nın ilmini, tekniğini alalım; fakat kültürünü almayalım" anlayışı Osmanlı'nın son dönemlerinde çok moda idi. Zamanı ölçen aletten, yani "saat"ten örnek verelim. Ne olacaktı ki Batı'nın saatini alsak, neticede günü ölçmek için kullanılan bir araçtı o. Aldık alafranga saati. Netice? Bu neticeyi Ahmet Haşim'den dinleyelim:

Müslüman Saati
     İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alanı bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve günlerimiz vardı.
   Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltılarını ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sola meyleden, güneşten rengarenk çiçeklerdi. Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşaması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi. Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni gün meydana getirdi. Bu, Müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan seki saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu, yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telakkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir aleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zamallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş’e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o akılları hayrette bırakan mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ışık alan camilerdir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. 

22 Ocak 2012 Pazar

ADL İLE BAKMAK İNSANA VE KAİNATA

     Adalet, kainatı ayakta tutan dengedir. Bu ayakta kalış hali hem maddi olarak her maddenin yerli yerinde bulunması hem de bütün ilişkiler ağının sağlıklı olması anlamındadır. Bu bağlamda küresel ısınma da adaletsizliktir, insanın diğer insanlarla, kainatla ve Allah ile olan ilişkisinin bozuk olması da adaletsizliktir. İnsan ontolojik(varlıksal) olarak nerede bulunduğunu unutursa zulmetmiş olur; yani adaletsiz davranmış olur. Şöyle ki insan, Allah tarafından eşref-i mahluk olarak yaratılmıştır. Kainat(insan dışındaki her maddi şey) da Allah tarafından yaratılmıştır. Buradan hareketle Allah ontolojik hiyerarşide en üst basamakta yer alır yaratıcı sıfatıyla. İnsan ve kainat ise ikinci ontolojik basamaktır; fakat insan eşref-i mahluk olması hasebiyle kainattan daha yetkili konumdadır. Yani insana bir irade verildiği için yetkileri daha fazladır ve bu yetki beraberinde sorumluluğu getirir: Yaratılışı(fıtratı) muhafaza etmek. Bu anlayış insanı madde üzerinde mutlak tasarruf sahibi yapmaz; ancak sınırlı bir tasarruf imkanı vardır. Bu sınır ise maddenin yaratılmış olduğu gibi kalmasıdır, insan bu dengeyi(mizanı) bozamaz. Allah kıyamet ile bu mizanı bir alt üst oluşla bozacaktır; çünkü mutlak tasarruf ondadır. İnsan insana “hak”lara sahip oluş anlamında mutlak olarak eşittir. İşte böyle bir kainat algısı adaletin ta kendisidir. Bu algıya sahip bir insan ne insanlara zulmeder ne de kainatı ifsad eder.
     Bugün ise adaleti çok sınırlı bir anlamda kullanıyoruz. Bazen de anlamını zedeleyerek kullanıyoruz.  Zira kainat algımız sekülerizmle paramparça edilmiş durumda. Sekülerizm, ontolojik hiyerarşiyi yıktı ve insan , kainat ve Allah arasındaki ilişkiler ağını darmadağın etti. Artık Allah mutlak tasarruf sahibi değildi kainat üzerinde; “düşünen özne olarak” kendini merkeze koyan insan kainat üzerindeki mutlak tasarrufunu ilan etti ontolojik hiyerarşiye meydan okuyarak… Artık her şeyin hakimi konumdaydı insan… Tanrı’nın konumunu bile kendisi belirlemeliydi… Öyle de yaptı… Yeryüzünden kovdu tanrıyı… Onun Rablik ve İlahlık sıfatlarını tanımadı ve reddetti… Yerine her şeye kadir “kanunkoyucu”yu ikame etti… Sonra mı? Sonrası felaket… Önce yeryüzünü sömürmeye başladı; halbuki eskiden bir nimet olarak kullanıyordu… Bacon bir kraliyet başsavcısıydı, cadı mahkemelerinde bu görevini ifa ediyordu ve diyordu ki biz suçlu bir kadına suçunu ikrar ettirmek için işkenceler yapardık, kainatı da konuşturabilmek onu semirebilmek için ona işkence yapmalıyız… Bu anlayıştaki insan önce bazı insanlardan üstün tuttu kendini, Batı’daki insan Doğu’dakine göre üstündür; hele zenciler sadece köle olmak için vardır. Zenginler fakirlere göre üstündür, fakirler sadece çalışmak ve üretmek için vardır. Sanayi Devrimi yaptı insan ve kainatı daha iyi sömürmeye başladı, insanları haklarını hiçe sayarak sefil bir hayata sürükledi… Batı romanları bu sefaleti ve parçalanmışlığı çok iyi anlatır… Sonra insan geliştirdiği bu teknolojiyle kitle imha silahları üretti… Çeyrek yüzyılda iki dünya savaşı yaşadı dünya… Atom bombası atıldı… Artık yeryüzünde hiçbir insanın güvenliği kalmamıştı… Bugün bu parçalanmışlıkları yaşıyor insan…
     Ontolojik hiyerarşinin bozulması; yani adaletsizlik uzun süren bir cinayetler yüzyılına neden oldu. Albert Camus şöyle der: “20. yy. taammüden işlenmiş cinayetler yüzyılıdır.” Öyle görünüyor ki insan akıllanmış değil… Yıkım farklı boyutlarda yaşanmaya devam ediyor…  Geleceğin felekatlerini  görmek için kahin olmaya gerek yok. Mesela ırkçılık(kavmiyetçilik)… Irkçılık, insan ile insan arasında olan ilişkinin tahrif olmasından kaynaklanır. Bir kavmin kendini diğer kavim veya kavimlerden üstün tutmasıdır. Halbuki bu açıkça adaletsizliktir ve böyle bir özgürlük yoktur… Adaletsizliklerin sonucu mizanın bozulmasıdır. Kavimler arasındaki çatışmalar savaşlara neden olmakta ve masum insanlar ölmektedir; yani düzen bozulmaktadır… Mesela eşcinsellik ve onun yaygınlaştırılmak, normalleştirilmek istenmesi… İnsanın insanla olan ilişkisinin bozulmasıdır... Toplumu ifsad eden ve insan neslini tehlikeye düşüren bir adaletsizlik durumudur ve böyle bir özgürlük yoktur…
Adalet kavramına bir de bu gözle bakmak temennisiyle…

21 Ocak 2012 Cumartesi

KATRE-İ MATEM

Bir aşk hikayesidir Katre-i Matem... İstanbul, lale, saray, isyan, eğlence, zevk, aşk ve cinayet vardır bu romanda... Bu yüzden ağır duygu içerir... Geçici olarak duygu körlüğüne yol açabilir...
Katre damladır... Roman ilerledikçe sarar insanı ve adeta matemler katre katre aka aka koskoca bir deniz olur...
Lale Devri'nin İstanbul'unda geçer olaylar... Patrona Halil İsyanıyla noktalanır... Bu tarihi süreç anlatılmakla birlikte, İstanbul da tasvir edilir adeta... Roman, okundukça içine çeker sizi, adeta esir alırmışçasına hapseder kendisine... Ta ki bitinceye kadar... Diyebilirim ki esir olmaktan hoşlanabilirsiniz bile...
Sadece bir nesir değildir; beyitlerle süslenmiştir...

"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bile
Mübtela-i gama sor kim geceler kaç saat"

NOT: Kahveyle birlikte çok daha güzel bir roman oluyor.

19 Ocak 2012 Perşembe

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHİM

"Kurucular Kurulundaki konuşmama BİSMİLLAH diyerek başladım. Bunu iki nedenle yaptım: Öncelikle çok samimi bir biçimde her şeye kâdir Olan'a, bize yardım etmesi için dua ediyordum; ikinci olarak da o, dîni özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin açık bir işaretiydi."   
                                             Aliya İzzetbegoviç - Tarihe Tanıklığım